30 Mart 2012 Cuma

Bangkok'a Dönüş - Wat Po Masaj Okulu

  10 mart gecesi, otobüs ile Chiang Mai'den Bangkok'a vardık. Direk meşhur Khao San Road'a indik. İner inmez bir taksici gelip, sizi Khao San'a 100 baht'a götürürüm dedi. Zaten oradaydık. :) Vardığımızda sabah saat 5'ti ve kuzeylerden sonra sabahın köründe yanıyor olmak, turist avına çıkmış taksiciler ve hostel sahipleri fazla geldi. Khao San Caddesi, Tay insanların değimi ile 'Farang' ların (Batılı beyaz ırk) yeri. Çok fazla turist ve hippi görmek mümkün. Bangkok'tan bağımsız bir yermiş gibi. Görülesi bir yer olsa da, bir kere gitmek yeter gibi.. (Aynı zamanda, The Beach hikayesindeki esas oğlanın, gizli ada haritasını bulduğu mahalle sanırım.)


Khason road, foto by fedorzcuk in devianart.

Khason road, foto  by Merk-zz in devianart

 Saat 9'a kadar kahve içtik, bir şeyler yedik. Pazar sabahı olduğu için Doğa'yı uyandırmak istemedik. Doğa'ya gidince de hızlı bir duştan sonra halamlar ile buluşmaya gittik. Bir günlüğüne Bangkok'a gelmişlerdi; arada tanıdık birilerini görmek iyi oluyor. Annemin süpriz olarak gönderdiği zeytinyağı ve Türk kahvesi de hediyemiz oldu. :)

 Ertesi sabah erkenden Wat Po'ya masaj okuluna yazıldım. Genel Thai masajı kursu için. Bulabildiğim en iyi kurs buydu. Her şey çok turistik olduğundan, hiç bir şeye güvenemiyor insan. Chiang Mai'deki okul da fena gözükmüyordu, ama kalacak yer ve yemek masraflarıyla birlikte çok pahalıya gelecekti orası. Burada konaklama ve yemeğe para vermeden, arkadaşımızın evinde kalıyor olmak kurs parasını dengeledi gibi. Kurs programı çok yoğundu, 5 gün sabah 9:00-16:00 arası. Bangkok'un trafiği ile geç kalmamak için 7 de kalkmam gerekiyordu. Yürüyerek ya da taksi ile Sriraj Hastanesi'ne, oradan da bot ile karşıya geçmek, geçerken sabahın köründe kızarmış tavuk yiyen, evlerinin önündeki küçük tapınaklara tütsü ve yemek bırakan Tay insan manzaraları değişikti.

 Açıkcası kurstan çok memnun kaldığımı söyleyemeyeceğim. Thai'ler, 'Farang'ların çok parası olduğunu düşündüğünden, 5 günlük bir kurstan sonra ülkene dönüp, hemen klinik falan açacağını sanıyorlar. Genel Thai masajı, Thailer'e 10 gün ve yarı fiyatına. Biz 'Farang' lara 5 gün ve 9,500 baht. Gelen herkese sertifika veriyorlar 5 gün sonunda. Ben sertifika peşinde değildim, nasıl olsa asla bir otel ya da masaj salonunda masaj yapmayacağım. Kurs sonunda iyi masaj yapabiliyor olmak istiyordum sadece. 5 günün sonunda tüm vücut masaj teknikleri ancak oturdu. Ben de ekstra para vermeden bir kaç gün daha uzattım. Tatlı bir hoca buldum, ona son 3 gün devamlı masaj yaptım, böylece noktaları daha netleştirmiş oldum. Masaj yolu kesinlikle kişiye bağlı. Daha önceki tecrübelerimden de biliyorum ki, aynı kişiden eğitim alan 15 kişinin hepsi birbirinden farklı masaj yapıyor. Teknik aynı olsa da, herkesin eli, enerjisi farklı. Bu yüzden çok eğlenceli. Birine göre çok iyi masaj yapan biriyken, diğerine göre kötü olabiliyor. Refleksoloji yaparken de, bazen kendime çok yakın hissettiğim birine masaj yaptığımda enerjimiz hiç tutmazken, 'kokoş' diye sınıflandırabileceğim biri ile çok yoğun enerji alışverişleri olabiliyor. Çok zevkli yani, önceden tahmin edemeyeceğin bir akış var. :) Ama daha çok başındayım bu yolun. Kurs sırasında sık sık sınıfta birbirimize masaj yaptık. Kötü masajın ne kadar kötü bir şey olduğunu deneyimledim böylece. Sevmeden yapılan masaj kadar kötü bir şey yok. Tüm vücudumu yıkayasım geliyordu bazı öğrencilerle çalıştıktan sonra. Ama kendi ülkelerinde hali hazırda masaj terapisti olan, çok severek masaj yapan ve gerçekten iyi masaj yapmak isteyen birileri ile de çalıştığım günler oldu. İnanılmaz iyi geldi bedenime. :) Yani turistik olmasının yanı sıra, çok fazla masaj yapma ve masaj alma fırsatın oluyor bu kursta. Thai masajı vücudun her yerini esnetiyor. Az hareket eden bir insansanız, düzenli yoga, esneme ya da spor yapmıyorsanız çok iyi çalışıyor. Kursta da bir şekilde öğretiyorlar sana, kötü İngilizceleri ile. Ben bu kursun, uzun zamanda sindirebileceğim şekilde tasarlanmasını tercih ederdim, ama böyle oldu. Dil sorunları yüzünden, akşam Emre ile kitaptaki resimlere baka baka kendimiz çözdük bazı teknikleri. Emre benimle gelmemiş olsaydı çok zor olurdu bu kurs benim için. Sertifikamın yarısı Emrenin'dir yani. Yazık, sık sık deneğim oldu. :) Gece hala gözümü kapattığımda masaj noktaları, ayağı şuraya çevir, kolu böyle kaldır gibi masaj pozisyonları görüyorum. Kısacası eğer çok uygulama yapma fırsatım olur ve çok çalışırsam, tüm vücut için 2 saat masaj yapabilirim artık isteyene. Ama sanırım benim yolum refleksoloji, ve bu kadar iyi çalışan bir stil daha bilmiyorum. :) Yeri gelmişken, şahane  hocam Elif İşcan'a sevgilerimi sunarım. :)  http://elifiscanrefleksoloji.wordpress.com/
Bu arada refleksolojiden bahsetmişken, 2 yıl öncesine kadar kendi ayağımı bile görmek istemeyen ve ciddi şekilde ayak fobisi olan bir insandım. Bu kursa da niye gittiğim hakkında hala en ufak bir fikrim yok. Refleksoloji sayesinde, insanın öylesine söylediği bazı kalıplara nasıl inandığını, ve söylediği şeylerin kişiyi nasıl ele geçirebildiğini bir kez daha gördüm. Şu an hayatta en çok sevdiğim şey ayaklar galiba. :) Değişik bir yol bu yol.. 
Tüm bunların dışında, kısa masaj kurslarına gidip sonra da şifacı olarak gezen insanlardan hoşlanmıyorum. Şu anda şifacı olmaktan çok uzağız çoğumuz. Kendimi ve tanıdığım çoğu masaj terapistini, çeşitli masaj teknikleri ile bedenin kendini iyileştirmesine yardımcı olan aracılar olarak görüyorum.
 Masaj deneği Emre:)

 Bana denk gelen hocalar arasında işini severek yapan tek hocam. :)

Okulun kantininden manzara

Okulun terasından manzara

Kısacası okulda tam olarak istediğimi bulamamış olsam da, 5 günlük bir kurs için daha fazla bir şey de beklememem gerekir. Bakalım Thai masaj yolunda ilerleyebilirsem, bire bir çalışmak istediğim eğitmenler var, ama daha zamanı var oralara gelmeme. Kursta çok tatlı bir sürü gezgin ve masaj terapisti ile çalışmak, her gün bot ile karşıya geçmek, ve zaman zaman Thai otobüslerine binmek değişik bir deneyimdi.
  Bangkok yaşanılmayacak kadar sıcak bir yer. Diğer şehirlere kıyasla çok az insan ile İngilizce anlaşabiliyorsun; yol, yön sormak imkansız gibi. Ama Thailand'ın gerçek yüzü de orada aslında. Her yerdeki gibi, sivrisineksiz tek bir an yaşanmıyor. Dışarıda yemek yemek çok ucuz olduğundan - kendin pişirmekten bile daha ucuz - çoğu insanın evinde mutfak yok. Doğa'nın evinde mutfak dışarıda, Bua (kız arkadaşı) çok hızlı ve güzel yemekler pişirse de, genelde et ve yumurta ağırlıklı yemek yemek yoruyor beni bu sıcakta. Bua her yemeğe en az 3 çorba kaşığı toz şeker koyuyor. Ve sanırım tüm Thailer böyle yemek yapıyor. Çok sevdiğim köri yemekleri de hazır 'paste' ler ile yapılıyormuş. Thailer, kendi yemek kültürlerinin dünyadaki en iyi mutfak olduğuna inanıyorlar. Ve yeni şeyler denemeye çok kapalılar. Eğer ben yemek pişirirsem, Bua kendine başka bir yemek pişiriyor. İçinde şeker olmayan yemek olmazmış. :) Onun değimi ile ''Farang craazy, eat strange, act strange, so much anky (angry).'' Bizim ülkenin aksine, burada tanıştığımız hiç bir Thai, ülkesinden ayrılmaya, değişik yerler görmeye hatta yeni diller öğrenmeye istekli değil. Thailand'da doğmuş olmalarının bir anlamı var onlar için. Başka yerleri merak etmenin hiç bir anlamı yok o yüzden.

 Bua, kuzeydoğu Thailand'ın Isaan bölgesinden. Geçmiş hayatında Türk olduğunu düşünüyor. Doğa'yı da rüyasında görmüş, beraber olmadan önce. O yüzden Türkler'e yakın olduğunu düşünüyor. Gerçi eski hayatında erkekmiş. Onun da İngilizcesi çok acayip, ilk geldiğimizde hiç bir şey anlamıyordum, bu sefer kendine özgü anlatımı ile Thai kültürüne ait, merak ettiğimiz bazı şeyler hakkında konuşabildik. Tüm sokakta çalan Thai müzikleri, böyle içi geçmiş kırık aşk hikayesi hissiyatlı. Bua'dan tercüme etmesini istediğimizde (tercüme ettiği şarkılardan birinde) Burma'lı mülteciymiş, annesi babası parasızlıktan küçük yaşta kızını bir farang'a satmış, gibi sözlermiş çoğu. Biz henüz gitmeyi tercih ettiğimiz yerler içinde  kadın sömürüsü görmedik. Ama çok fazla ladyboy gördük, ilginç.  Diziler de bizim Türkiye'deki gibi çok fena, ve neredeyse aynı. Kıyafetler ve tarz bizim ülkenin 20 yıl önceki modası gibi. Burada da yemek pişirme yarışmaları, yetenek sensin gibi abuk subuk programlar var; evrensel herhalde. Yemek programlarında böcek, yılan vs pişirmeleri dışında aynı  rezalet. :) Haftasonu karaoke ve viski içmek gibi geleneksel bir eğlenceleri var. Çok sakin insanlar, ama bir kavga çıkarsa bir taraftan bir taraf kesin ölüyormuş. :) İnançsız bir Thai yok galiba. Bu konuda sonra yazacağım.

Neyse, Doğa'nın evi olmasa Bangkok çok zorlardı beni. Çok ilginçtir, o kadar orman, dağ, tepe gezdik, ama o evin bahçesindeki kadar kuş çeşitliliği (Bknz. Duyduklarım), acayip monitörler, ateş böcekleri görmedik başka yerde. Sanırım su ve kanal çok değiştiriyor ortamı.

 Mutfak

Atom Karınca, en sevdiğimiz Bua. :) Bahçeden, mutfağa, bambudan örgüye, elinden her iş geliyor.

Hazır Bangkok'a gelmişken vizemizi de uzatmamız gerekiyordu; 2 aylık vizemizi, kişi başı 1900 baht vererek bir ay daha uzatmış olduk. Ev keyfi, film, yemek yapmaca, rahat oda iyi geldi, yaklaşık iki hafta kaldık. Doğa ve Bua sağolsunlar. 
Sıcaklardan ötürü, uzun zamandır denize varma isteğim arttıkça arttı Bangkok'tayken. Nereden başlasak bilemedik, ve Ko Tao'ya gitmeye karar verdik. Son gün, adalar daha pahalı olduğundan Bua bize bir sürü yolluk meyve verdi. Bizde poğaca ve kek yaptık kendimize. :) Neredeyse bir çanta dolusu yemek ile adalara doğru yola çıktık..


Fosforlu kuşları çekemesem de, en çok görünen kuşlardan birinin videosu



 





23 Mart 2012 Cuma

Panya


  Pun Pun'a giderken, otobüste 10 yıldır Panya'da yaşayan dünya tatlısı Japon Mizuki ile tanışmıştık. Ertesi gün (Salı) Panya'da tur düzenleniyormuş, mekanı tanıtmak için. Mizuki bizi ve belgesel çeken Fransız çifti de davet etti. Biz de günübirlik Panya'ya gittik.  Panya'ya,  Pun Pun'un arkasından keyifli bir patika ile 10 dk.'da vardık. 

  Panya bir kaç arkadaşın komün yaşamak üzere aldıkları bir araziymiş, 6 yıl öncesine kadar. Zamanla yaşayan insanların arkadaşları, gönüllü gelen ve gidenler, ve sonunda ekipten Christian'ın permakültür ile tanışmasından sonra, permakültür uygulanan ve eğitimler düzenlenen bir mekana dönüşmüş. Şimdilerde esas ekip, Bangkok yakınlarında dümdüz, bizim Konya ovası gibi verimsiz bir halde olan bir araziyi yeniden ormanlaştırma projesinde çalışıyor. O yüzünden, ekibin bir kısmı yeni mekanda, diğer kısmı Panya'da.
   Panya'da bir tane ana yaşam mekanı, sala, var; açık mutfak, yemek yenilecek yer, film izlenilen bir alan ve kütüphaneden oluşuyor bu mekan. Gündüzleri isteyenler burada yoga yapıyor.Oldukça sempatik ve iyi hisli bir mekan.





Ortak yaşam alanlarından görüntüler

  Panya'ya gelen gönüllüler ilk iki hafta kerpiç yurtlarda kalıyorlar. İlk hafta kişi başı 2000 baht, sonraki hafta günlük kişibaşı 250 baht. İki haftadan fazla kalırsan artık para vermiyorsun, hatta 6 ay kalacaksan sana kendine ait bir ev(cik) veriyorlar. İstediğin kadar kalabiliyorsun. Bahçesinde de istediğin deneyi ve permakültür uygulamasını yapabiliyorsun. :) Bu oldukça iyi bir uygulama. Mekanda çok tecrübeli bir sürü insan olduğundan, uzun süre Panya'da kalmak çok öğretici olabilir. Panya'da tuvaletler kuru tuvalet. Ama çok iç açıcı değil. Bir çukur var tuvletin içinde, herkesin durum ve hallerini göre göre tuvaletini yapıyorsun. Sonra da üstünü hasır kapak gibi bir şey ile kapatıyorsun. İçme suyu olarak yağmur suyunu kullanıyorlar ve arıtmaya gerek duymuyorlar. Bulaşık sistemi Pun Pun ile aynı, leğenlerde yıkanıyor. Mutfakta herkes çalışıyor, yemekler dönüşümlü katılımcılarla beraber pişiriliyor. Panya'da inanılmaz güzel oyuncu, pufuduk bir kedi var,çok güzel pufuduk tavşanlar ve köpekler de var. Sebze bahçeleri ve key hole (anahtar deliği şeklinde) tasarımları oldukça iddalı ve güzel.



Eşyükselti eğrileri üzerindeki sebze bahçelerinde, yer yer ağaçların dışında çoğunlukla tek yıllık sebzeler var ve hemen mutfağın yanında; özellikle günlük ihtiyaçları epeyce karşılıyor.  

Yükseltilmiş sebze bahçeleri ve mini gölet. 

Panya'da da cici cici hobit evleri gibi kerpiç evler var. Ama Pun Pun'daki kadar iddalı değiller. Pun Pun daha çok eko mimari ve tohum saklama konularında eğitim veriyor. Panya ise permakültür kelimesini sık sık kullanıyor ve eğitimleri, bahçe tasarımları ve ileri seviye permakültür uygulamaları kursları düzenleniyor. (Nisan ayında bir PIP - Permaculture in Practice kursu düzenlenecek, iki hafta) Pun Pun daha düzenli, aile yeri gibi. Panya'da ise daha çok birlikte yaşanıyor ve tüm sorumluluklar, iş gücü gönüllüler ile beraber yürütülüyor. İkisinin birbirine bu kadar yakın olması, bir çok anlamda çok iyi.




Fırın!

  Panya'da çok büyük bir tavuk ve ördek kümesi var. Biyodinamik tarım uygulanan ayrı bir bahçe oluşturmuşlar (Bir hafta sonu Panya'da tek başına kalan biri tek başına yapmış). Fidanlığı, burada yaygın olarak kullanılan hasırımsı ama daha delikli plastik bir örgüyle* kapatmışlar ve tavana sıraladıkları damla sulama fıskiyeleriyle sulama yapıyorlar. Kısacası kim ne denemek istiyorsa, rahatça deneyebiliyor Panya'da. Her fikre açıklar. Bambu köprüden, 'Zone 5'e giderken, bir sürü yağmur hendeği görmek mümkün. Arazinin yukarısında büyükçe bir baraj var, ama ne yaparlarsa yapsınlar içi bir türlü su tutmamış. İçinde mandaları bile tepindirmişler. Yazık, anlaşılan yıllardır böyle, büyük bir kayıp asılnda.
* Wılderness Farm'daki tavuk kümesi.

 Her şeyin için de bitki yetiştirmek mümkün. :) Çocuklarla yaptıkları bir atölyeden.


 Bambu köprü, tavuklara ve gölete giderken

Emre, yağmur göleti niye çalışmıyor? diye düşünürken..

Sadece günü birlik gidebildik Panya'ya bu sefer, vize işlerimiz için Bangkok'a dönmemiz gerekiyordu Pun Pun sonrası. Tekrar kuzeylere çıktığımızda Panya'da bir süre kalmayı planlıyoruz.. Öğrenecek o kadar çok şey var ki..


19 Mart 2012 Pazartesi

Pun Pun

5 mart'ta Pun Pun'a gitmek üzere Chiang Mai'den kalkan kamyonete bindik.  Bizimle beraber  köylüler, Panya'da yaşayan Japon Mizuki ve bizim gibi permakültür ve doğal yaşam mekanlarını gezen ve belgesel çeken Fransız Phillipe ve Audrey ile 3 saat dura kalka Pun Pun'a vardık. Yolda sohbet çok keyifliydi. Mizuki de Panya'dan önce Tacomapai'de uzun süre çalışmış. Aynı Türkiye gibi, Tayland'da da doğal yaşam ile ilgilenen herkes birbirini tanıyor ve birbirine destek atıyor, tohum ve ürün alışverişi yapılıyor çiftlikler arasında. Pun Pun ve Panya birbirine çok yakınlar, bizim gibi çalışmaya gelen gönüllüleri ve stajerleri taşırken, civarda yaşayan köylülerin günlük alışveriş ihtiyaçlarını da karşılıyorlar, bu yüzden köylüler ile iyi ilişkileri var.
  Pun Pun'a vardığımızda saat 16.00 idi. Ana toplantı binasının üst katında Phillipe, Audrey, Emre ve bana iki tane çift kişilik yatak hazırlamışlar. Yerleştikten sonra, kaldığımız binanın önünde Pun Pun'un sahibi Jo, haftaya yapılacak eko mimari kursu için kerpiçten tuğla hazırlıyordu. Biz de hemen yardım ettik. Çamur içinde olmayı özlemişiz. :) İş bitiminde, kaldığımızın binanın çatısından inanılmaz bir gün batışı izledik. Burada güneş kıpkırmızı oluyor batarken, ilk başta çok şaşırıyordum. Sonradan ayın da aynı tonda olmasından anladık ki, etraftaki orman yangınları ve sis yüzünden, güneş ve ayın rengi bu kadar koyu ve kıpkırmızı.





Toplantı binası ve uyuduğumuz yer, önünde kurumaya bırakılan kerpiç tuğlalar.

 Akşam yemekten önce Jo'nun karısı Peggy ile tanıştık sonunda. Janell aracılığıyla uzun zamandır yazışıyorduk  kendisiyle. Ben nedense Peggy'i 45 yaşlarında hafif kilolu sarışın bir kadın diye canlandırmışım kafamda, halbuki 32 yaşında incecik ve genç Peggy. O da Emre'yi kız ismi sanıyormuş. Yemekten önce uzun uzun Pun Pun, Tayland ve Türkiye'deki ekolojik hareketler ve sosyal yapılar hakkında konuştuk.
Peggy ve Jo
Foto: Google images

   Pun Pun'u Jo 8 yıl önce aldığında, hiç bir şey yokmuş arazide. Monokültür uygulamaları  ve yangınlar yüzünden dümdüz edilmiş bir arazi, tuzlanmış bir toprak varmış. O yüzden çok ucuza almışlar toprağı. İlk önce öncü bitkileri ekmişler, ve bol bol muz ağacı ekmişler. Hem toprağı tutması için,  hem de sulu gövdesi sayesinde toprağa organik madde kazandırmak için. 8 yıl da mekan acayip bir hale gelmiş. Ağaçlar ile yenilebilir bitki ve sebze çeşitliliği çok ilham verici. Pun Pun'un asıl misyonlarından biri tohum saklama. Kocaman bir tohum ambarları var. İçindeki buz dolabı ağzına kadar tohum ile dolu. Tohumları bağış karşılığı insanlar ile, ya da sel sonrası yerel halk ile paylaşmışlar. 

Tohum ambarı


Ama özellikle doğal yapı, kerpiç mimari ve yenilenebilir ev olayını çok uçurmuşlar. Sık sık yerel mimari kursları düzenliyorlar. Her kursta yeni bir ev daha ekleniyor mekana, bu sayede kalacak yer sorunu hiç yok Pun Pun'da, herkesin kendi alanı var.
   Pun Pun'a gelmeden önce yazışmak gerekiyor. Öyle zırt diye gelenlerden hoşlanmıyorlar. Biz Türkiye'de Emre ile çok şımarmışız sanırım. Gittiğimiz her yerin gerçekten çok yardıma ihtiyacı olduğundan, yemek ve kalacak yer karşılığında çalışmak çok kolay ve rahat oluyordu. Pun  Pun günlük kişi başı 350 baht istiyor, kalmak ve yemek dahil. Yani  günlük 20 TL. (Türkiye'ye kıyasla ucuz gibi gözükse de, Tayland için çok ucuz sayılmaz bu miktar.) İlk başta çok uyuzlanmıştık bu duruma, fakat oraya gidince neden para istediklerini daha iyi anladık. Türkiye'deki mekanlara gönüllü başvurusu çok az buralara kıyasla. Oysa burada eko turizm sayesinde hemen hemen her gezgin en az iki hafta kalıp, maddi destekte de bulunuyor, çalışmanın yanı sıra. Ayrıca Tayland'daki çoğu yer ve sistem oturmuş, kısacası gönüllüye değil, nitelikli gönüllüye ihtiyaçları var. Uzun süre kalırsan para almıyorlar senden, çünkü ancak uzun süre kalırsan gerçekten yararlı olabiliyorsun. Avrupalı turistlere de 350 baht zaten çok ucuz geliyor. Ayrıca oraya gelen gönüllülerden bazıları kömürden su arıtma sitemleri bile tasarlıyor. Dolayısı ile biz çok niteliksiz kalıyoruz ve kısa süre kalınca para istiyorlar haklı olarak.  O yüzden öyle zırt diye her gideni değil de, gerçekten uzun vadede katkısı olabilecek insanları tercih ediyorlar. Ve oturmuş bir sistem kurmak isteyenler için. bu çok anlaşılır bir durum. Ayrıca kısa süreli gönüllüler geldiğinde, burada ve diğer yerlerde yaşayan sabit ev sahipleri alışma süreci yaşıyorlar, tam alıştıklarında ise hoop diye yenileri geliyor. Her gelene sıfırdan iş öğret vs, gerçekten enerji kaybına yol açıyor. Kısacası Pun Pun'a ve diğer mekanlara gitsek biz en az 1-3 ay kalacağız deseek, kimse para istemez eminim. Ve  Pun Pun ve Panya'da vakit geçirirken, gerçekten bir yerlerde azıcık da olsa sabitlenmeye ruhen, bedenen ve iş öğrenmek açısından ihtiyacımız olduğunu fark ettik. Her 10 günde bir yeni bir yere gitmek, bizim açımızdan da çok enerji kaybına neden oluyor. Tam gittiğimiz yer ile uyumlanmışken, mekan değiştirmek yorucu olabiliyor.

Ikinci gün Peggy bizi çok güzel bir kerpiç eve yerleştirdi ve ücret konusunda gücünüz neyse o kadar destek atın dedi. Ama bu kadar keyifli bir evde kalınca kendimizi mahçup hissetmemek için, kişi başı normal günlük katkıyı yaptık 1 hafta için. :) Biz de ayrı bir cinsiz yani. Pun Pun'da sadece 11 Mart'a kadar kalabilirdik, çünkü kurs zamanları gönüllü almıyorlar. 11 mart'ta da Tayland vatandaşlarına açık 3 haftalık bir kurs başlayacaktı..




Kerpiç evimiz. :)

Pun Pun'da sabit yaşayan 15 kişi var. Jo ve Peggy'nin bir oğulları var 11 yaşlarında. Onlar dışında 2 tane daha çocuklu aile var. Anneler Amerikalı, babalar Tay. Arada 3-6 ay kalan stajerler var. Çocuklar okula gitmiyor, evde eğitim alıyorlar. Doğruluğu, yanlışlığı tartışılır.
Sabit yaşayan insan sayısı arttıkça, mekanın eli yüzü daha düzgün oluyor. Mutfak ve genel günlük işler daha hızlı ve düzenli akıyor. Pun Pun'un kocaman bir mutfağı var, yemekleri orada sabit yaşayan 15 kişi dönüşümlü hallediyor. Kısa süreli gönüllüleri pek mutfakta çalıştırmıyorlar. Her yer tertemiz, ve yemekler harika. İlk gün suşi yedik mesela, Türkiye'de sushi çok pahalı olduğudan iki tabak dolusu suşi yiyebilmek çok acayip oldu. :) Yani Pun Pun bir yandan aile mekanı gibi olduğu için çok düzenli ve otel gibi. Yemekler önüne geliyor. Pek alışık değiliz bu duruma, ben her zaman kolektif çalışmayı ve gittiğim yerde mutfak ekibine dahil olmayı tercih ediyorum. Öteki türlü misafir gibi hissediyorum ve bu his beni yoruyor. Pun Pun'da da sık sık misafir gibi hissettim kendimi, bu açıdan.





 Ana bina, mutfak ve yemek yenilen yer. Üst katında kütüphane var.

Vejetaryan ağırlıklı, güzel yemekler.

Bulaşıklar yukarıdaki leğenlerde yıkanıyor. (Herkes kendi tabağını kendi yıkıyor yine.) 5 leğen var içleri su dolu. İlki kirini akıtmak için, ikincisi detarjanlı su, sünger ile yıkıyorsun. 3, 4, 5 de durulamak için. Güzel bir sistem olsa da, bardaklar için ayrı bir sistem lazım. Su içtiğiniz bardağı temizlemek için yağlı suya batırmak istemiyorsanız. :)

  Pun Pun'un tüm tuvaletleri kompost  tuvalet. Ama bildiğimiz kuru kompost tuvalet değil, su kullanabiliyorsunuz. :) Tay'lar kuru tuvaletten hoşlanmadıkları için böyle bir sistem kurmuşlar. Bu tuvaletler normal tuvalet gibi, içine tuvalet kağıdı, idrar hepsini yapıyorsun. Tüm pislikler bir çukurda birikiyor, oradan borular ile fazla su ayrı bir çukura aktarılıyor. Ve üçüncü çukurda 1 yıl bekletiliyorlar, bu çukura kuru kompost malzemeleri (gübre, dallar, yapraklar ) da ekleniyor. Ama bu sistem ancak çok sıcak iklimli yerlerde uygulanabilinirmiş. Yani Türkiye'de kompost tuvalet kuru olmak zorunda.


Kompost Tuvalet. Bu arada Thailand'ın genelinde lavobo yok pek, eğer turistik bir yerde kalmıyorsanız. Tuvalete su dökülen çeşmede el yıkanıyor ve diş fırçalanıyor. Biraz garip geliyor bana bu durum.

Peggy ve kabile kadınları idrarlarını ayrı bir kovada hazırladıkları şekerli ya da pekmezli su ile karıştırıp, bitkilere gübre olarak veriyorlarmış. Şekerli su idrar kokusunu önlüyor, ama daha farklı bir fermentasyon kokusu yayıyormuş. Bu karışımı suyla inceltip sıvı gübre olarak bitkilere verince, onlar da bu durumdan çok hoşnut oluyorlarmış. :)

  Pun Pun'da çok fazla ekili, yükseltilmiş sebze yatağı var. Her sezon başka bitkiler ekiliyor bir yatağa. Kimi sebzeler tohuma bırakılıyor, özellikle bu kuru yangınlı dönemde. Köylüler her yeri yakıyorlar, hem kendi ekili alanlarını hem de ormanı. Jo bir yandan kötü bir şey olsa da bu, yerel halk tüm yaşamını ormandan karşılıyor ve anlamaya çalışıyoruz diyor.




Pun Pun'un asıl iddalı olduğu konu kerpiç ve doğal yapılar. Bir ev yapılması için (yaklaşık 3m x 3m. ebatında) en az 1000-1200 kerpiç tuğla gerekiyormuş. Biz, bir günde ekip çalışmasıyla 650 tuğla yapabildik. Kerpiç evlerin dekorasyonları da nefis. Bir kaç örnek ekliyorum.













Pun Pun'da değişik stillerde bir çok kerpiç yapı görmek mümkün. Zaman geçip uzmanlaştıkça  evler de daha düzgün olmuş. Evlerin sıvaları ve işçilikleri çok güzel. İlk başta kolay ve ucuz olduğu için aliminyum çatı yapıyorlarmış. Tabi bu malzeme yalıtkan olmadığı için çok ısı geçiriyor, ayrıca bir sürü hayvana yuva oluyorlar. Yeni yapılan yapılar yaşayan çatı, güzel bitkiler ekili. Hem de yalıtım açısından daha başarılıymış.

 Pun Pun'un bir de kendi ürettiği doğal sabun, şampuan ve organik kahve ile meyve sularını sattığı bir kafe'si var. Çok fena mutlaka gidip leziz bir şey içiyorsun, para harcamamak imkansız yani. :) Passion Fruit suyu bağımlısı olduk.





Cafe Pun Pun, çatısı yaşayan çatı.


  Kerpiç tuğlaları yapmak dışında, Emre ile bahçede çalıştık. O çapa yaptı, ben yabani otları ayıkladım. Bitkilere su verdim. Hortum yerine, küçük sulama kapları kullanınca daha uzun sürse de su vermek, hem bitkileri gözlemlemek hem de köklerine zarar vermemek açısından çok iyi oluyor. Wilderness ve Tacomapai'deki kalın hortumlar, çekiştirirken bitkilere zarar veriyor. Emre ile beraber büyümüş marul ve salataları yeni yerlerine aktardık. Arada mutfağa zorla girdik ve yardım ettik. Emre gün ısı sistemine yardım etti. Sabah 9 dan 12 ye kadar sıkı çalışılıyor. Sonra 4'e kadar öğle yemeği ve ara var, çok sıcak olduğundan 4'ten akşam yemeğine kadar tekrar çalışılıyor. Yani 15 kişi olduklarından bu saatler yeterli oluyor ve her işin altından kalkılıyor. İçme suyu dereden geliyor, 3 su tankı var. İlkinde taşlar ile arıtılıyor, ikincisinde kum ile, üçüncüsünde kömür ile arıtılıp, içilmeye hazır hale getiriliyor. Emre bu konu ile ilgili ayrıntılı yazacak daha sonra.
Kısacası Pun Pun'da hafif aile yeri ve otel komforu olsa da çok iyi vakit geçirdik. Aile mekanı gibi olduğundan akşam ateş başı sohbetleri vs dönmüyor, Tacomapai'de ki gibi. Herkes sosyal yaşamını yemekten sonra kendi evinde, kendi ailesi ile yaşıyor. Sosyal açıdan bazen çok soğuk bir yermiş gibi geldi bize, ama iş öğrenmek için çok iyi bir yer Pun Pun. Uzun süre stajer olarak çalışmayı planlıyoruz, bir kaç ay sonra, öğrenilecek çok sey var. Daha sonra tekrar gelmek üzere 11 Mart'ta ayrıldık Pun Pun'dan..

  Tayland, Malezya, Endonezya, Yeni Zelanda ve Avustralya'daki ekolojik ve permakültür uygulanan arazileri gezip belgesel çeken Audrey ve Phillipe. Fransa'dan sponsor bulmuşlar, Canon 600D ile çekim yapıyorlar. İnternet siteleri için: http://www.bio-logiques.org/


Pun Pun'un kurucusu Jo'nun ilham verici, güzel videosu:
"Life is easy, why do we make it so hard?"

 Pun Pun'a gelme sebeplerimizden biri de bu video'dur..