27 Nisan 2012 Cuma

Ratchaprapha Barajı - Yağmur Ormanı



  Günümüzde yağmur ormanının içinde olan bu baraj, 1980’ler de yapılmış. Baraj yapılmadan önce avcı toplayıcı gibi yaşayan yerliler yaşıyormuş bu bölgede. Baraj yapılınca yerel halk taşınmak zorunda kalmış ve yüzlerce asırlık binlerce ağaç su altında kalmış. Şimdilerde yerel halkın erkekleri ya tur rehberliği, ya da baraj gölüne düzenlenen turlarda teknecilik yapıyorlar. Göldeki balıklardan elde edilen gelir de ayrı bir iş kapısı. 


8 nisan sabahı erkenden Mr. Toy’un arabası ile 65 km süren dev ağaçlı, asfalt yollar arasından baraj gölüne gittik. Bu barajda günü birlik, 1 gece ve 2 gece konaklamalı turlar var. Biz baraj gölünün en kuzeyinde, 'wild life sanctuary' diye adlandırılan bölgeye gidiyorduk. Baraj gölünün daha kolay ulaşılan kısımlarındaki konaklama bölgeleri de çok nefis gözüküyordu. Bu kısım küçük küçük adalardan oluşuyor gördüğümüz kadarı ile. Similan adalarının resimlerinde görünen kireç taşından dev karstik oluşumlar  burada da var. Bu bölgede şelaleler ve mağaralar var biz görememiş olsak da. Göl evlerinde konaklanıyor ve dip dibe, yan yana oldukça kalabalık görünüyor. Bu kısımda konaklamak isterseniz de Mr Toy (her Tay’ın bir takma ismi var), genel turlara göre daha alternatif, sessiz sakin bir şeyler ayarlıyor. Ama adamın asıl olayı, vahşi yaşam koruma alanı turları ve oraya giden nadir tur rehberlerinden. Mr. Toy da baraj gölü yapılmadan önce ormanda yaşayan kabilelerdenmiş. Baraj gölü yapılınca, ailesi Khao Sak’a taşınmış. O bir süre Phuket’de çalışmış sonra orası inanılmaz dolunca, kendi mekanımda rehberlik yaparım diye düşünüp, geri gelmiş buralara. Eski günlerden bahsederken, orada yaşadığı çocukluk günlerine hasretle geri dönüyor.

Mr. TOY

Baraj gölünün en kuzeyine uzun bot (long boat - Tayland'ın meşhur balıkçı tekneleri) ile gitmemiz yaklaşık 2 saat sürdü ve sadece üçümüzdük. Hava sabahın körü olmasına rağmen anormal sıcaktı. Bot ile giderken rüzgar sayesinde pek hissedilmese de, bot durduğu anda fena haşlanıyorsun. Sonunda akşam konaklayacağımız yere vardığımızda nefis bir manzara bekliyordu bizi. Su üstünde, küçük, en fazla 8-10 kişinin konaklayabileceği barakalar, tahta ve bambu platformlar üstüne yapılmış. Her rüzgarda hareket eden yüzen evcikler bunlar. Bambu odalara eşyalarımızı bırakıp, yüzlerce kelebek fotoğrafı çektikten sonra öğle yemeği menüsünde bir klasik olan, yumurtalı domuzlu pilav yemek zorunda kalıp, gidip gölge bir yerde kestirdik biraz.







Biz kestirirken ağaç kırılma sesleri duyduk, etrafımızda vahşi fillerin olduğunu biliyorduk, epey bir süre Emre ile gördüğümüz her gölgenin fil olduğuna emin olup, yanıldıktan sonra, Mr. Toy bizi bot ile gezmeye çıkardı.
İlk önce fil seslerinin geldiği kıyıya yanaştı ve seslenmeye başladı ‘Maleey Maleey’ (çabuk gel demekmiş), ses yok, ‘Maleey Maleeey, ııggh, oohh’ (bu ıkınma efektlerini günlük konuşmada da çok kullanıyorlar). Sonra kıyıya bir şey fırlattı, ve minik (5-6) yaşlarında bir fil gülümseye gülümseye kıyıya geldi. Mr. Toy’un atmış olduğu ananası yedikten sonra su içti, biz de kendimizden geçtik. 150 tane falan resim ve video çektim herhalde. Sonra arkadaki bambu ağaçlarını hapur hapur yemeğe başladı, biz de bot ile safariye çıktık.





Hava bir anda bulutlanınca renkler ve mekan çok değişiyor. Güneş çıkınca bambaşka bir yer oluyor sanki. Bir yandan deli gibi orman, bir yandan yer yer bataklık, yer yer çimlik gibi hepsinin hissi ve keyfi bambaşka. Dağlık kısımlar göz alabildiğince orman, ve baraj su tutmaya başladıktan sonra yüksek tepeler ada olarak kalmışlar. Su altında kalmış ağaçların hissi de çok garip. Kurumuş ağaçlar (sert odunlu oldukları için tamamen çürümemişler), üstüne tohumları uçarak gelmiş muhteşem orkideler..




Bot ile baraj gölünün kollarında kıyı kıyı gezerken su bufalosu gördük uzaktan, bir sürü maymun cinsi gördük, göremediklerimizin de sesini duyduk. Çok büyük kuş tüyleri ve kuş sesleri dinledik. Monitörler,  yaklaşık 2 m boyunda çeşitli yılan izleri gördük. Sonra bataklık gibi olan bir kıyaya çıktık, her yer çok yoğun hayvan kokuyordu. Sessizce domuz ve geyik izlerini takip ettik, seslerini duysak da kendilerini göremedik. Yazık, Mr. Toy’da üzüldü, sanki biz tura göreceğimiz hayvan sayısına göre para vermişiz gibi; orada olmak harikaydı ve başka bir şeye ihtiyacımız yoktu, etrafımızdaki canlı çeşitliliğini her hücremizde hissediyorduk zaten.

Yukarıdaki  fotoğraf hileli maalesef, daha önceden çekilmiş fotoğrafın fotoğrafını çektik, ki bu güzel hayvanları size paylaşabilelim.



Hava kararırken harika renkler içinde ana kamp mekanımıza döndük, baraj gölünde yanımızda zıplayan kocamaan balıklar ile yüzdük. Bu sırada bizim yavru obur fil, tüm bambu ağaçlarını yiye yiye kaldığımız platformun dibine gelmişti. Ben onu izlemek için yere oturunca yanımıza gelmeye çalıştı. İnsan doğası çok hastalıklı: bu yavru fil, her ne kadar orman fili ve özgür olsa da, Mr. Toy ve mutfakta çalışanlar, bizim gibi turistlerin hayvan görmeden turdan dönmesini istemedikleri için, ananas gibi meyveler atıyorlar, fil de tabi yanaşıyor, yaşasın yemek diye. Ben yere oturup yanıma gelmek isteyince de, ellerinde mızrak gibi bir şey ile uzaklaştırmaya çalışıyorlar, ki kulübelere zarar vermesin. Yazık, hayvan hiç anlayamıyordur. Bir ara o kadar yaklaştı ki, ben de kendimi tutamayıp gidip mıncıklamak istedim. Zaten hayvanların kabusu Elmayra denen karakter gibiyim. Hiç bir korkum yok, gerçekten gidip hortumundan çekiştire çekiştire öpesim geliyor. Mr. Toy sakın yaklaşma dedi. Neyse, ben de uzaktan izlemeye devam etmek zorunda kaldım. 


Akşam yemeği saatinde, arkamızda obur fil hala bambu yiyordu ve etrafta çok eğlenerek bağrışan maymunlar (gibbon cinsi) vardı. Yemekte kedi balığı, yanında omlet, yanında pilav ve domuzlu salatalık ve yeşil köri çorbası vardı. Vallahi çok rezalet bence. Zaten normal hayatımda pek yumurta tüketmeyen bir insan olarak yumurtadan bıkmış haldeyim, balık ve yumurta kombinasyonuna da ayrıca sinir oluyorum. Koskoca göldeyiz, her yer koca balıklar ile dolu. Balıklar o kadar büyük ki, bir balıkla 8 kişi rahat doyar. Yanına da normal hayvansal ürünsüz salata yersin, mis işte. Ya da kaşarlı tost buralar için lüks bir istek olsa bile, ona da varım. Ama domuz, balık ve yumurta nedir yahu? Derken, midem de hiç hoşlanmadı ve yemek çok rahatsız etti. 

 Yemekten sonra gece safarisi vardı. Biz gerçekten çok film izlemiş, komik bir kuşağız. Ya da Emre ile ben öyleyiz. Buraya gelmeden önce eşyalarımızı toplarken gece safarisi diye düşününce, uzun otlar arasında kıpırdamadan yatıp hayvan gözlemleyeceğimizi sanıyorduk. Siyah kıyafetler, çakı, fener, ip, zorda kalırsak, yemek ve su. Hatta siyah yüz boyamız olsa, abartıp onu bile sürerdik. Tabi ki gece safarisinin sandığımızla uzaktan yakından bir alakası yoktu. Mr. Toy ayakkabılarınızı almanıza gerek yok deyince bir şaşırdık zaten. Sanki Venedik gondollarındaymışız gibi, Mr. Toy ile birlikte teknede, ay ışıgı altında kıyı kıyı gezinip, hayvan gördüğümüz yerde zavallı hayvanların gözüne spot lambası gibi fenerler tutup bakmaktan oluşuyordu gece safarisi. Koskoca ormanda, vahşi yaşam sıkışa sıkışa koca bir baraj gölünün dibine sıkışmıştı ve orada bile hayvanlara bizim gibi turistler yüzünden rahat yoktu. Neyse, şahane geyik aileleri, domuzlar, buffalo ve maymunlar gördük. Benim için en unutulmaz an, kocaman ay ile bulutlu gökyüzü ve acayip ağaçların suya yansıdığı harika bir koyda, 15 dakika motor sesi olmadan, ışıksız, tamamen sessizlik ve ormanı dinleyerek geçirdiğimiz zamandı sanırım.

Safari sonrası mekana döndüğümüzde, jenaratör zırıltısı ve florasan ışıkların durmasını beklerken Emre uyuya kaldı. Zaten kafasını yastığa koyarken bayılıyor hemen. Tüm bu ışık ve ses kirliliği bitince, evimizin önündeki tahta platforma gittim. Arkamda bir yerlerde, o minik obur fil hala ağaç yiyordu. Çatıda gekolar ve fareler.. Ormanda kahkaha atan maymun ve kocaman olduğu kesin olan değişik kuş sesleri ile ay ve kıpırtısız göl inanılmazdı. Hayatımda hiç unutamayacağım görüntü ve his yoğunlukları içinde durdum durabildiğim kadar. Şimdiye kadar tanıdığım, bugün bulunduğum yerde olmamı sağlayan tüm aileme, sermayelerini yiyerek şu anki kafa haline gelmemi sağlayan tüm eski arkadaşlarıma ve dostlarıma şükrettim. Çok değişik, unuttuğum bir sürü görüntü geldi gözümün önüne. O kadar nefis bir andı ki, fonda hisli ama pozitif bir müzik ile kamera yavaş yavaş uzaklaşarak beni yukarıdan çekerek bitseydi film o gece, harika olurdu. Sonu da seyirciye kalırdı ama öyle olmadı tabi ve hiç uyumak istemesem de sürünerek odaya gidip, bayıldım.


Ertesi gün Mr. Toy ile beraber ormanda dere içinden yürüdük bir kaç saat. Ara ara yağmur ormanına gire çıka. Bitki çeşitliliği gerçekten anlatamayacağım kadar değişik. Bizim Emre ile ayaklarımızda havalı trecking ayakkabalırımız olsa da, kaya kaya, düşe kalka zor ilerledik. Oysa yanımızda Mr Toy, ayağında Converse ayakkabılar, bir elinde tüfek, içi yemek ve gerekebilecek malzemeler ile dolu koca bir çanta ile keçi gibi tökezlemeden yürüyordu. Bacaklarımıza sık sık tütün dolu su döktü, sülükler sevmiyormuş nikotini hiç. Ona rağmen bir ara bir baktım bacaklarım kan ve sülük içinde. Bu yürüyüşte de yine kendilerini göremesek de, çok fazla hayvanın ayak izini gördük, yavru olmayan fil bağırışları ve maymun sesleri dinledik. Dönüş yoluda acayip yağmur yağmaya başladı. Hava kararmaya yakın, hiç istemesek de dönüş zamanı gelmişti. Bu yağmur ormanının en güzel yanlarından biri, neredeyse dört aylık Tayland yolumuzda sivrisineksiz geçirdiğimiz ilk 1-2 günü yaşamış olmamızdı. Dönerken Mr. Toy kocaman bir balık yakaladı. İnanılmaz bir gün batışı manzarasıyla, yine iki saatte geri döndük.






  Mr. Toy balık yakalayınca çok keyiflenmişti, eskiden beraber yaşadığı köylülerden birinin evine gitmek ister misiniz dedi, biz de ne güzel olur dedik. Çünkü Tay’lar her zaman Farang’lara karşı çok kibar ve güler yüzlü olsalar da, pek sevmiyorlar bu bozulmuş ırkı. Ve aralarına da çok kolay almıyorlar. Neyse, köye gittiğimizde yaklaşık 20 kişi beraber yaşayan bir ailenin yanına gittik. 10'dan fazla çocuk, babaaanne, delikanlılar, kadınlar ve erkekler.. Yine uzaylı gibi hissettik kendimizi. Hemen çevremizi sardılar. Ellerinde ne varsa ikram ettiler; tabi ki domuz, kızarmış ördek derisi falan bu ikramlar. Yaşlı kadınlardan biri ile acı biber ayıkladık biz. Erkekler bir yerde, kadınlar bir yerde oturuyor. Ben her zamanki gibi erkeklere daha yakın bir yerde, ikisinin arasında oturuyordum. Erkeklere hayat kolay her yerdeki gibi. Sigara, içki, 'karı-kız' her şey serbest onlara. Her yerdeki gibi her işi kadınlar yapıyor. Kadınların içki ve sigara içmesi de hiç hoş karşılanmıyor. Ama her yerde olduğu gibi kadınlar kendilerine kaçış malzemeleri ve anları yaratıyorlar. Mesela bu köydeki kadınlar Betel Nut diye bir yemiş çiğniyorlar. (http://en.wikipedia.org/wiki/Betel#Chewing) Bu keyif verici bitki, aynı koko yaprağı çiğnenmesi gibi dişleri eritiyor. Köyde bizimle çok eğlendiler, ayaküstü Emre ile bana masaj bile yaptılar. Masaj yapmayı bilmeyen yok sanırım Tayland’da. Özellikle kadınlar, erkekleri başka kadınlara gitmesin diye annelerinden öğreniyormuş masajı. Aralarında babaanne olanın 12 çocuğu varmış. Sanki bizim köylerden birinin evine konuk olmuşuz gibi hissettik. Dil sorunu yaşasak da, birbirimizi gayet iyi anlıyorduk. 




Türk olmak ne güzel diye düşündük. Ne Batı’ya ne Doğu’ya aitiz, ikisini de anlayabileceğimiz bir koridorda yaşıyor olmak, çok kafa açıcı gerçekten..


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder